KARDEŞ TÜRKÜLER": DEYRULZAFARAN MANASTIRI'NDAN ZİNCİRİYE MEDRESESİ'NE MARDİN'İN TAŞLARINDA GİZLENEN TARİH…

Fehmiye Çelik, Eylül 2011

 

 

 

KARDEŞ TÜRKÜLER": DEYRULZAFARAN MANASTIRI'NDAN ZİNCİRİYE MEDRESESİ'NE MARDİN'İN TAŞLARINDA GİZLENEN TARİH…


Sona ermesini dilediğimiz şiddetin yeniden tırmandığı günleri yaşıyoruz ne yazık ki… Barışın sesi yine kısılmaya ve savaş naraları yine yükselmeye başlarken, gelen her yeni ölüm haberi, artık kalıcı bir barışın özlemini çeken vicdan sahibi herkesi kahrediyor. Savaşa, savaş tacirlerine, savaş kışkırtıcılarına karşı barışın sesini bir kez daha yükseltebilmek ve özgürlük şarkılarımızı bu kez Mardin'de seslendirmek için, Kardeş Türküler olarak 23 Eylül Cuma günü, Mardin 23 Kasım Şehir Stadyumu'a doğru yola çıkıyoruz.
Mardin Artuklu Üniversitesi Felsefe Topluluğu'ndan değerli öğrenci arkadaşlarımızın da emekleriyle gerçekleşen konserimiz, Kürtçe, Ermenice, Türkçe, Arapça, Romanca, Keldanice farklı dillerde söylediğimiz şarkılarla son derece coşkulu geçiyor. Barış isteyen, ölüm değil çözüm isteyen, hangi nedenle olursa olsun savaşa hayır diyen Mardinli dinleyicilerimizle birlikte söylediğimiz şarkılarla barışa çağrı yapmak yüreklerimizi bir parça serinletiyor, umutlarımızı güçlendiriyor.
Ertesi gün, 24 Eylül Cumartesi günü, Mezopotamya Kültür ve Dayanışma Derneği (Mezo-Der) Başkanı Tuma Özdemir'in aracılığıyla ulaştığımız Deyrulzafaran Manastırı Metropoliti Saliba Özmen'in davetlisi olarak 1600 yıllık bir manastırı ziyaret etmek üzere Deyrulzafaran'a doğru yola çıkıyoruz. Manastır'ın kapısına vardığımızda okuduğumuz levhada şöyle yazıyor: "Deyrülzafaran Süryani

Kadim Manastırı / 5. y.y."
Bundan binlerce yıl önce, "güneşe tapanlar", kendilerine bir tapınak yapmaya niyet etmişler. Öyle bir tapınak yapmak istemişler ki, bütün Mezopotamya ovası önlerinde uzansın; ama tapınak öyle herkesin görebileceği şekilde de olmasın, dağların arasında gizlensin istemişler. Bunu gerçekleştirmek için de Mardin'den 4 km. uzağa kurmuşlar tapınaklarını. Güneşe tapanların tapınak olarak kurdukları o dönemde böyle büyük bir yapı değilmiş Deyrulzafaran, küçük bir yeraltı tapınağı şeklindeymiş. Daha sonra tek tanrılı dinlere inanlar, bu Manastır'a bugünkü son şeklini vermişler.
İsa'dan sonra 5. yüzyılda inşa edilen Deyrulzafaran Manastırı, Süryani Kilisesi'nin önemli merkezlerinden biri. Süryani inancında en yüksek ruhani liderlik, "patriklik" makamı ve 1932'ye kadar, yaklaşık 700 yıl boyunca Süryani Ortodoks Patriklerinin ikâmetgah yeri Deyrulzafaran Manastırı olmuş; ancak bugün patriklik Suriye'ye taşınmış. Deyrulzafaran Manastırı da, bugün "metropolitlik" olarak yaşamaya ve hizmet vermeye devam ediyor.

Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeli kapıları, iç ve dış mekânlardaki taş nakışları ile insanın ilgisini çeken Deyrulzafaran Manastırı, geçmişten bugüne Süryani Kilisesi'nin dini eğitim merkezlerinden biri olmuş. Rehberlerimizden, bölgeye ilk matbaayı getiren kişinin de yine bu Manastır'da patriklik yapan ve 1895'te vefat eden 4. Petrus olduğunu öğreniyoruz. Patrik 4. Petrus'un 1874 yılında İngiltere'ye yaptığı bir ziyaret sırasında satın aldığı ve 1876 yılında Manastır'a getirdiği matbaada, 1969 yılına kadar başta Süryanice olmak üzere Arapça, Osmanlıca ve Türkçe kitaplarla, 1953'e kadar "Öz Hikmet" adında aylık bir dergi de basılıyormuş. Matbaadan geriye kalan parçaların bir kısmı bugün Manastır'da sergileniyor.
Tavan yapılarında dikkati çeken özellik, geometrik ve kocaman taşların harç, kum, kireç ve benzeri malzeme kullanılmadan birbirine kenetlenmiş olması. İç mekânlarda yer alan taş motiflerinin birinde, bir vazo ve vazodan çıkan asma çubuklarında üzüm salkımları figürü dikkatimizi çekiyor. Bir başka motifte de "zehirli yılan" figürleri yer alıyor. Tıp ilminin sembolünde de kullanılan yılan figürü nedeniyle, rehberlerimiz, bu yapının bir zamanlar ilaç ilmi ile ilgili konularda da kullanılmış olduğu açıklamasını getiriyor.
Sarı safran rengi ve tarçın kokusu Mardin kentiyle özdeşleşmiş gibi... Rivayet o ki, Deyrulzafaran Manastırı inşa edilirken sıvasında sarı safran çiçekleri kullanılmış. Gerçekten taşların harcı safran çiçekleriyle karılmış mıdır bilinmez; ama manastırın duvarlarının sarı safran renginde olduğu bir gerçek. "Deyrulzafaran"daki "zafaran" ifadesinin de bu safran çiçeğinden geldiği söylenenler arasında. Aslında tıpkı Deyrülzafaran Manastırı'nın taşlarında olduğu gibi tüm Mardin yapılarındaki taşlarda da bu rengi görmek mümkün.
Ve tarçın kokusu… Mardin çöreği adıyla fırınlanıp buram buram tarçın kokan çörekler… Bu çörekler, cenaze törenlerinde de başsağlığında bulunan herkese ikram ediliyor. Manastıra gelmeden önce, Mardin sokaklarında tesadüfen rastgeldiğimiz bir cenaze merasimi nedeniyle, ölenin ardından geride kalan yakınlara tahammül gücü vermesi ve de "ölenin canına değmesi" inancıyla uygulanan çok eski bir geleneğin bu tarçınlı kokusu genzimize dolarken ulaştığımız Deyrulzafaran manastırında da, avlulardan biri yine bizi bir tarçın kokusu ile ağırlıyor. Manastırdaki meraklı gezintimize ara verdiğimiz bu serin avluda tarçınla karıştırılarak demlenmiş çay eşliğinde biraz soluklanıyoruz ve öğreniyoruz ki, Manastır'da demlenen bu tarçınlı çay, Süryanilerin misafir ağırlama kültüründe önemli bir yer teşkil ediyor. Bu esnada, Deyrulzafaran Manastırı Metropoliti Saliba Özmen aramıza katılıp hepimize tek tek "hoş geldiniz!" diyor. Hepimizle isim isim, tek tek tanışıyor. Derken, kadife perdeli geniş pencerelerinden tertemiz rüzgârların içeriye dolduğu kabul odasına geçiyoruz ve içeride tatlı bir sohbet başlıyor…
Metropolit Saliba Özmen'in Nusaybin doğumlu olduğunu, eğitimini İngiltere'de tamamladığını öğreniyoruz. "1600 yıllık bir manastırdır burası…" diyor, "Patriğimizin bir sözü vardır (Süryani Patriği), 'Dünyadaki Hristiyanlar için Kudüs ne ise, biz Süryanilerin Kudüs'ü de Deyrülzafaran'dır.' der kendileri ki doğrudur..." diye de konuşmasını sürdürürken bize, Manastır'ın kendileri için ne kadar önemli bir merkez olduğunu anlatıyor. Bir yandan Manastır hakkında bilgi veriyor, bir yandan da bizi tanımak için bize sorular soruyor. Çokça da iltifat ediyor ki bu iltifatları işitmek hepimiz için büyük bir onur, diye düşünüyoruz: "Mezopotamya, köklü bir geçmişi, kültürel derinliği olan bir bölgedir. Bu derinlikleri, bu zenginlikleri sizlerin yaptığı gibi, türkülerde yaşatmak çok önemli bir uğraştır ve bize büyük mutluluk vermekte. Ruhumuz sizinle!"

Mezo-Der Başkanı Tuma Bey de yanımızda ve sohbetin bir yerinde o da söz alıyor: "Bizim halklar olarak hiçbir zaman hiçbir derdimiz olmadı; her ne olduysa uygulanan politikalar sonucunda oldu. Bizi rahat bıraksalar, özgür, kendi halimize bıraksalar, huzur içinde yaşar gideriz. Burada Arapça, Süryanice, Kürtçe, Türkçe gündelik yaşam içinde iç içe akıp giden, gayet akıcı bir biçimde konuşulan diller idi. Bugün ve yarın da neden böyle olmasın? Süryanice 5000 yıldır konuşulan bir dil ve Türkiye bu dili kaybederse, çok önemli bir değer de kaybolacaktır." diyor Tuma Bey.

Sohbet giderek koyulaşırken Metropolit Saliba Özmen, bir memnuniyetini daha dile getiriyor ve Artuklu Üniversitesi'nde, "Süryani Dili ve Edebiyatı" kürsüsünün açılmış olmasından duyduğu mutluluğu ifade ediyor. "İnsan, Toplum ve Medeniyet" dersi gibi, bazı dersler kapsamında Süryani toplumundan uzmanlar, din adamlarının da Üniversite'de dersler veriyor olmasını son derece olumlu bir gelişme olarak aktarıyor. Daha iyi bir geleceğe yönelik umutlarının da günden günde arttığını belirterek "Çoğul olmayı, çoğulculuğu güçlendirmek, 'kişiliğimizi' güçlendirmektir! Bu gerçeği anladıkça, öğrendikçe her şey çok daha iyi olacak; ama yavaş yavaş…" diyor.
Eğitim ile hayatın, ilim ile bilimin iç içe geçtiği Deyrulzafaran Kadim Süryani Manastırı'ndan ayrıldıktan sonra, kafilemiz bu kez Mardin'deki İslam dönemi yapılarından olan heybetli "Zinciriye Medresesi"ne –diğer adıyla "Sultan İsa Medresesi"- doğru yol alıyor. Adının Zinciriye olmasında muhtelif rivayetler var. Bir rivayete göre, "Medrese'nin hemen karşısında yer alan Ulu Cami'nin iki minaresinden biri, Timur tarafından tahrip edilmiş ki bugün sadece bir minaresi mevcut... O dönemler iki minare arasında gerili olan bir de zincir varmış ve bu zincir, minareler yıkıldıktan sonra Zinciriye Medresesi'ne taşınarak Medrese'nin iki kubbesi arasına asılmış. Bu nedenle de medresenin adı 'Zinciriye' olmuş." Diğer bir rivayet ise şöyle: "Yıllar önce, 'Şahmaran' efsanesi ile de ünlü Mardin'de çok sayıda yılan ve akrep sokması olayı yaşanıyormuş. (O yıllara ait hasta kayıtları da bunu doğrular nitelikteymiş.) Yılan ve akrep sokmaları neticesi yitirilen canlar o kadar çok artmış ki, sonunda efsunlara başvurma kararı almışlar. Zinciriye Medresesi ile Ulu Cami'nin minaresi arasında bir zincir germişler. Zincirin iki ucunu efsunlamışlar. Bu efsunlardan biri akrep, diğeri yılan sokmasına karşı yapılmış. O günden sonra yılanlar ve akrepler, ortalıkta görünmez olmuş. Zincir, Ulu Cami'nin minaresinden sökülüp medreseye getirilmiş ve adına da Zinciriye Medresesi denmiş."

Tıpkı Deyrulzafaran Manastırı gibi Mezopotamya ovasını yukarıdan seyreden Zinciriye Medresesi'nin bu kadar yüksekte kurulmasının amacı, astroloji ilmi derslerinin de verilmesinden ve buranın rasathane olarak da kullanılmasından kaynaklanıyormuş. Külliyede, İslamiyet'teki Hanefi ve Şafii mezheplerinin mescitleri ayrı ayrı mevcut. Rehberimizin anlattığına göre, Artuklu dönemi Medreseleri, eyvandaki çeşmeden çıkan ve avludaki havuza dökülen su özellikleriyle dikkat çekiyor. Medresenin avlusunda duvardan kaynayan ve farklı imar edilen mermer havuzlardan geçip avludaki geniş havuza dökülen su, doğumdan ölüme kadarki hayatı İslam felsefesinden yola çıkarak hayranlık uyandıran bir sadelikte ve güzellikte anlatıyor hepimize. İslamiyet, Allahtan başka tapınma hissi yaratacak her türlü imgeden -resim, heykel…- kaçınmayı gerektiren bir inanç olmasından dolayı, bu kadim Artuklu Medresesi'nde, bütün sadeliğe rağmen inanılmaz bir ihtişam da söz konusu. Simetrik mimarisi, ışık vurunca renk cümbüşüne dönen iç içe örülmüş taşları ve kubbeleriyle yüzlerce yıl ilim irfan dağıtan Medrese'nin avlusuna, Deyrulzafaran Manastırı'nın selamını bırakarak ayrılıyoruz.
Eski Mezopotamya'nın en önemli kentlerinden birisi olan Dara Antik Kenti de uğrak yerlerimizden biri oldu. Kayaların içine oyulan yapılardan oluşan Dara kenti, Mardin'in 30 km. güneydoğusunda bulunan bir köyde yer almakta. Dara kentinde yer alan ve kadim Süryani mezarları olarak da nitelendirilen kaya mezarları, görülmeye değer yapılar. Kaya mezarlarının yanı sıra Dara su sarnıçları, tiyatrosu, su değirmeni, kilisesi, çarşısı, metrelerce derinlikteki yeraltı yerleşimleri de (sonradan zindan olarak kullanılmış) görülmesi gereken önemli yapılardan.

Mardin'den ayrılıp İstanbul'a gelirken yol boyunca Mezopotamya'nın köklü tarihini, Artukluları, Mardin'i, Süryanileri düşünerek, konuşarak geçirdiğimiz zamanın ardından ertesi gün gazetelerdeki bir manşet, okuyan hepimizi hayretler içinde bırakıyor: "Süryanilere Tarih Şoku! Ortaöğretim 10. sınıf ders kitaplarında Süryaniler, 'ülkeye ihanet etmiş' gibi gösteriliyor!" Bu duruma haklı olarak itiraz eden Süryaniler, eksik ve yanlış bilgilerin toplumlar arasında düşmanlığı körüklediğini ifade ederken de son derece haklılar elbette. Farklı dilleri, inançları kültürleri ve uçsuz bucaksız coğrafyasıyla tarihe dar gelen Mezopotamya uygarlıkları; bilimsellikten uzak, önyargılı ve sabit fikirli kalemlerle tarih kitaplarına girince, bu kez okuyana "ar geliyor". Derin bir nefes alıp Metropolit Saliba Özmen'in sözlerini duyar gibi oluyoruz yeniden: "Çoğulculuğu güçlendirmek, 'kişiliğimizi' güçlendirmektir! Bu gerçeği anladıkça, öğrendikçe her şey çok daha iyi olacak; ama yavaş yavaş…"
Mezopotamya ovasında artık safran çiçekleri açmıyor… Uzun yıllar önce oraları terk eden Süryanilerle birlikte safran çiçekleri de gitmiş olabilir… Deyrulzafaran Manastırı'nın sarı safran çiçeği rengindeki taşları ise Süryanilerin kadim tarihi ile birlikte bin yıl sonrasında bile dimdik ayakta kalacak şüphesiz… Ve Deyrulzafaran Manastırı'nın çanları çalmaya devam edecek…hiç kimse bir adanın tamamı değildir/ bütün, hiç değildir bir başına/ anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta/ bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa/ sanki yiten, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi/ ölünce bir insan, eksilirim ben/ çünkü insanlığın bir parçasıyım/ işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını/ çanlar, senin için çalıyor! (John Donne)

 

 

<< diğer yazılar