Altın Mikrofon'dan Popstar'a

Ayhan Akkaya
12 Ocak 2007
 

Hürriyet gazetesi, 1964 yılının son günlerinde birinci "Altın Mikrofon" şarkı yarışmasının duyurusunu yaparken, hedefi net olarak belirtmişti: " Altın Mikrofon Armağanı Yarışması, Batı müziğinin zengin teknik ve şekillerinden faydalanılarak yine Batı müziği aletleriyle çalınmak suretiyle Türk musikisine yeni bir yön vermek için hazırlanmıştır... " [1] Televizyon ya da İnternet'in olmadığı, özel radyo kanallarının henüz ortaya çıkmamış olduğu bir dönemde, bir gazetenin bu tür bir yarışma düzenlemesi, ilk bakışta biraz yadırganabilir. Ancak, her ne kadar günümüzün teknolojik ve finansal olanaklarına sahip olmasa da, o dönemin medyasının da kendisini destekleyen, finanse eden ve denetleyen güçlü toplumsal grupların ve yönelimlerin çıkarlarını gözettiğini ve bu doğrultuda kendi koşullarını sonuna kadar zorladığını tahmin etmek, çok da zor değildir.

Edward S. Herman ve Noam Chomsky'nin " Kitle medyası, mesajları ve sembolleri sıradan insanlara ileten bir sistem olarak hizmet verir. Eğlendirmek, avutmak, bilgi vermek ve bireyleri toplumun bütününe eklemleyen değerleri, inançları, ve davranış kodlarını aşılamak, işlevleri arasındadır. Refahın belli ellerde toplandığı ve önemli sınıfsal çıkar çelişkilerinin bulunduğu bir dünyada, bu rolü yerine getirmek sistematik bir propagandayı gerektirir. " [2] cümlelerini hatırladığımızda, manzara biraz daha berraklaşacaktır. Bu cümleler, tabii ki komplo teorileri üretmek ya da karamsar bir hava yaratmak için sarf edilmemiştir. Amaç, kitle medyasının işlevlerine dikkat çekmektir.

O dönemin koşullarına kısaca bir göz atacak olursak, Batılılaşma hareketlerinin "kendiliğindenleşmesi" ve gündelik hayata yayılması yolunda atılan adımların, epey bir vurgu aldığını görürüz. '50'li yıllardan itibaren hızlı bir giriş yapan "Batı", tarih kitaplarının da söylediği gibi, “… bütün kültürel ve ideolojik çıkınıyla, değerler ve gerçekler sistemiyle, yaşama tarzıyla ve kısaca bütün modalarıyla; öte yandan ise kendine özgü ekonomik ve sosyal çelişkileriyle birlikte gelir .” [3] ve yerleşir. Batı'dan gelen lüks eşyalar, modern makineler, açılan yeni iş sahaları; Batı'yı örnek alan apartmanlar, yollar, ışıklı panolar, giyim tarzları derken insanlarımız, büyük kentlerin öncülüğünde, Batı'yı tanımaya başlar. Batı'ya özenen, Batı'yı kendine örnek alan "kent yaşantısı", ülke üzerindeki ağırlığını artırdıkça Batı kültürü de giderek daha çok hissedilmeye başlar.

Şüphesiz, bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi, geçmişten gelen birçok alışkanlığımızın değişmesine ve bu doğrultuda kamusal bir desteğin oluşmasına sıkı sıkıya bağlıdır. "Yukarıdan" yapılan dayatmalar ya da yasal düzenlemeler, halkın rızasını almak için, tek başına yeterli değildir. Askeri ve ekonomik yardımlar, lüks tüketim mallarının ithalatı, sinemalarda yabancı filmlerin oynaması, radyoda Batılı şarkıların çalınması, medyada Batılı yaşamlar üzerine özendirici haberler çıkması, yavaş yavaş bir "Batı'ya alışma" sürecini de beraberinde getirir.

Bu noktada, müziğin öneminin altını çizmek gerekir. Çünkü yaşanan toplumsal değişimleri, belki de en rahat ve de en çabuk hissedebileceğimiz alanlardan birisi müzik alanıdır. Evde şarkı söylemekten yolda yürürken ıslık çalmaya, bir enstrüman çalmaktan dinleyici olarak bir konsere gitmeye kadar birçok müzikal aktivite, gündelik hayatımızda epey bir yer tutar. Müzik, insanların kendilerini başkalarıyla ilişkilendirmesinin en önemli araçlarından biridir ve bu ilişkilenme süreci, çoğu zaman belli bazı konumlanışlara sebebiyet verecek kadar da güçlüdür. Kendisini hayatta hiç görmeseler bile, Elvis Presley dinleye dinleye Elvis hayranı olanlar ve onun her şeyini taklit etmeye çalışanlar... Beatles dinleyerek saçlarını uzatanlar; sevdikleri müzik tarzlarına göre giyinenler... Batı karşıtı olduğu için Cola içmediği gibi, rock müzik de dinlemeyenler... Ve de hatta sevdikleri şarkıcının konserlerinde kendini jiletleyenler...

Yapılan bir müzikal çalışmanın aslen Doğu müziği mi Batı müziği mi olduğunun ya da ortada bir sentez düşüncesi varsa, her iki taraftan ne tür ödünlerin verildiğinin pratik uygulamaları, müzik alanında rahatlıkla takip edilebilir. Örneğin, eşit aralıklı ve tonal bir enstrüman olan gitarla, koma olarak adlandırılan küçük aralıklara sahip bağlamanın mütevazı bir şarkı düzenlemesinde bir arada kullanılmaya çalışılması bile, farklı müzikal sistemleri karşı karşıya getirmesi anlamında, bize çok sayıda veri sunabilir. En basitinden, canlı icra sırasında bağlamanın sesini açsanız Doğu'ya, gitarın sesini açsanız Batı'ya yaklaşırsınız ve bunu duyuş olarak hissetmeniz hiç de zor olmaz...

İşte, dönemin ana akım medya organlarından Hürriyet gazetesi tarafından düzenlenen Altın Mikrofon yarışmaları da, Batı'lı değerlere alışılması ve bu değerlerin halk arasında kabul görmesi amacıyla, müzik alanından bir rüzgâr estirmeyi hedefler ve bu konuda önemli bir başarı da elde eder. Batı'lı müzikal formların, Türkiyeli müzisyenler tarafından icra edilip "geleneksel" formlarla sentezlenmesi noktasında, bu yarışmaların katkısı büyüktür.

Yarışmanın formatı amaca uygun olarak tasarlanmıştır. Öncelikle Münir Nurettin Selçuk, Selmi Andak, Rüçhan Çamay, Nadir Nadi, Cüneyt Orhon, Refik Fersan ve Safiye Ayla gibi "ciddi" isimlerden oluşan kalabalık bir jüri oluşturularak ön elemeler yapılır ve finale kalan on grup belirlenir. Kural olarak, jüri tarafından yapılan ön elemeden geçen bu finalistler, değişik şehirlerde verdikleri konserlerle halkın karşısına çıkar; twist , rock'n roll gibi Batı'lı formları, bu formlarda yaptıkları özgün besteler ya da türkü düzenlemeleri aracılığıyla halka tanıtarak Batı'ya "Biz de varız!" demeye başlar.

Yarışmanın yapıldığı salonlara gelen seyircilere girişte bir oy pusulası verilir -malum, o dönem cep telefonları yoktu- ve onlar da en çok beğendikleri orkestranın adını buraya yazarak çıkışta kapıdaki özel kutulara atarak oylama yaparlar. Halk oylamasında en çok oyu alan birinci ilan edilir. Finale kalan her sanatçıya bir 45'lik yapılır ve birinci olana bir de meşhur bir gazinoda, yarım saatlik program yapma hakkı tanınır. Hürriyet gazetesinin yarışmacılar için iki ay boyunca yaptığı “magazinel” tanıtım da işin cabasıdır!

Televizyonun ve magazin kültürünün henüz bugünkü kadar yaygınlaşmamış olduğu o dönemde radyo, gazete, birkaç müzik dergisi, az sayıda verilebilen konserler ve sadece belli bir kesimin gidebildiği gazinolar dışında geniş çaplı bir tanıtım kanalı yoktu. Gazetenin uyandırdığı ilgi sayesinde, Batı'lı çalışmalar belli bir sempati uyandırmaya başlamıştır. Batı'lı tarzda müzik yapan kolejli gençlerin geniş kesimlere seslerini duyurmaları açısından, bu yarışmalar önemli bir işleve sahip olmuştur.

Özellikle birinci ve ikinci Altın Mikrofon yarışmalarının, 45'lik piyasasına da önemli bir canlanma getirdiği söylenebilir. İlerleyen yıllarda, bu piyasada sıkça duyulacak olan birçok isim (Yıldırım Gürses, Cem Karaca, Erkin Koray, Oğuz Durukan, Metin Alkanlı, Cahit Oben, Asım Ekren, Cahit Berkay, Engin Yörükoğlu, Uğur Dikmen, Selçuk Alagöz, Ayla Dikmen, Apaşlar, Silüetler, Mavi Işıklar, Haramiler, TPAO Batman Orkestrası gibi) bu yarışmada yer almıştır.

Cem Karaca ilk bestesi olan ‘Emrah'ı, 1967'nin Altın Mikrofonu'nda seslendirirken, henüz "Anadolu Pop" yeteri kadar yaygınlaşmamıştır. Radyolar daha çok yabancı şarkılara ve bunların Türkçe söz yazılmış versiyonlarına (aranjmanlara) yer vermektedir. Bu nedenle, bu yarışmalar, bu tür özgün bestelerin duyulması açısından da çok önemli bir fırsat yaratmıştır.

Reklam gelirlerinin bugünkü kadar belirleyici olmadığı o yıllarda, bu yarışmaların yakaladığı popülerliğin, Hürriyet gazetesine de tiraj anlamında önemli bir katkısının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ayrıca bu yarışmalar, medyanın popüler kültür üzerindeki kontrol mekanizmasının nasıl işleyebildiğine yönelik önemli ipuçları da sunar. Belirlenen çıkarlar ve hedefler doğrultusunda hareket edildiği sürece, kitle medyasının desteği tamdır. Ancak, çerçevenin dışına çıkılması, çok da hoş karşılanmaz. Örneğin, '60'lı yıllarda Altın Mikrofon'un ve de Hürriyet gazetesinin önemli bir desteğini arkasına alan Cem Karaca'nın, '70'lerde alternatif ve daha iyi bir yaşam kurma isteğiyle "sol" harekete yaklaşması ve sistem karşıtı bir sound arayışına girmesi, kendisine verilen medya desteğinin azalmasına neden olur. Hatta, zaman içinde Cem Karaca, "yasaklılar" listesinin en başına yerleşmiş ve bu süreç, kendisinin yine gazete sayfalarında, bu sefer "vatan haini" ilan edilerek yurtdışına sürgün edilmesine kadar varmıştır. Aynı şekilde, daha çok Ortadoğu'yu temel alan uluslararası bir sound ortamının yerelleştirilmesi, dönemin Batı'ya açılan pencerelerini rahatsız etmiş ve Orhan Gencebay gibi isimler, medyada kendilerine hiç "olumlu" bir yer bulamamışlardır...

Bugünden bakıldığında, ne olursa olsun '60'lı ve '70'li yıllarda yaşanan bu gelişmeler, genelde bize daha naif gelir. O yıllarda, küreselleşmenin ve tüketim kültürünün bugünkü kadar ivme kazanmamış olması; birçok Batı'lı değerle yeni yeni tanışılıyor olması, bu naiflik algısında temel bir etkendir.

***

Son birkaç yıldır müzik yarışmaları, "Popstar" ismi altında yine gündemimize oturdu. Ancak bu sefer durumun biraz farklı olduğunu belirtmek gerekir. '60'lı yıllardaki, Batı'lı müzikal tarzların tanıtılması, "buralı" müziklere uyarlanması gibi kaygılar artık kalmamıştır. Televizyon söz konusu olduğu için işin içine daha fazla görsellik girmiş; sanatsal kaygılar arka plana itilmiş; önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak derecede tamamen reklam gelirlerine bağımlı bir kitle medyası oluştuğu için, "rayting" kaygıları, karşılıklı çıkarlar doğrultusunda her şeyin önüne geçmiştir.

Söz konusu reklam gelirleri önemli boyutlardadır. Bir örnekle açıklamak gerekirse, Medya Takip Merkezi, 4 Ekim ve 13 Aralık 2003 tarihleri arasında tam 26 kez ekranlara gelen "Popstar Türkiye" yarışmasının 1878 adet reklâm aldığını; toplam süresi 11 saat 22 dakika ve 41 saniye olarak belirlenen reklâmların oluşturduğu ekonomik değerin ise 22.3 milyon USD olduğunu; bu süre içinde yarışma programına tam 287 değişik marka reklâm verildiğini açıklamıştır. [4]

Giderek hissizleşen, daha az düşünen, verilen haberlerin detaylarını bilmeyen insanın küresel dünya sistemine en zararsız insan olduğu düşüncesinden hareket eden medya, ulusal ve uluslararası dev şirketlerin yardımıyla yaptığı programlarla, günümüz insanını ekranlara bağlamakta. Sanal dünyalar gerçekmiş gibi gösterilip, sadece görülmesi istenenler gösteriliyor. Ana haber bültenleri ana magazin bültenlerine dönüştürülüyor. Program aralarında verilen reklamlarla, reklam verenlerin imajları tazeleniyor...

İdeolojiler, toplumsal iktidar ilişkileri, ulusal kimlikler ve dahası kimliğin her çeşidi medyayla üstelik özellikle de onun eğlence üreten içeriklerinde ustalıkla kurulabiliyor, yeniden üretilebiliyor. Örneğin, '60'ların dışa açılmaya çalışan Türkiye'sinin aksine, ortalık kültürel muhafazakârlığı çağrıştıran metaforlardan geçilmiyor. Aile kurumu, medyada en muhafazakâr haliyle, ideolojik olarak yeniden kuruluyor. Dizilerde feodal ilişkiler, izleyicinin gözünde "yiğitlik" şeklinde konumlandırılıp, "Biz Evleniyoruz" programında, erkeğin ayağının yıkanıp yıkanmayacağı tartışması, ana gündemlerden birini teşkil ederken, Popstar'da "Türk"lük, "büyüklere saygı", "vatanın bölünmezliği" gibi konular işleniyor!

Sadece ana haber bültenleriyle, siyasal tartışma programlarıyla değil, aynı zamanda yayınlanan dizilerle, filmlerle de siyasal tercihler sunuluyor, bazı ideolojik değerler kabul ettirilmeye çalışılıyor. İnsanların, bir kanalın ana haber bültenini olduğu kadar, bir diziyi seyretmesi de, günümüzde siyasal ve ideolojik bir davranış biçimi olarak beliriyor. İzleyicinin müdahalesine açık olmayan medya kuruluşlarının -en fazla televizyonunuzu kapatabilirsiniz; yayın akışına müdahale edemezsiniz- belirleyiciliği altındaki özel yaşamlar giderek pasifleşiyor; ekonomik ve kültürel sıkıntıların da etkisiyle, dünya gittikçe “seyirlik" bir mekâna dönüşüyor. Milyonlarca insanın açlık sınırında olduğu, geçim sıkıntılarıyla boğuştuğu bir ülkede bir anda yükselmek, kolay para kazanmak ve popüler olmak, seyredilen bu yarışmalarla sürekli gündemde tutulmaya çalışılıyor. Televizyon, bu şekilde, kolay sanatın icra alanına dönüşüyor ve üne kavuşmanın süresi kısalıyor!

Hâl böyleyken, Popstar yarışmaları da, bu resim içindeki yerini alıveriyor. Tıpkı "Biri Bizi Gözetliyor", "Benimle Evlenir misin?" yarışmaları gibi, Popstar da süreç içinde bir hayat gösterisine dönüşüyor. [5] Yarışmanın başarısı bizim onu izleme oranımıza bağlı. İzlenme oranı ise, müzikaliteden çok, bu yarışmalarda çıkacak tartışmalara...

Bu tartışmaların baş aktörlerinin "jüri"yi oluşturan kişiler olması; hatta ilk yarışmalarda seyircinin arasında oturan jürinin, sonradan bizzat sahnede konumlanmaya başlaması bir tesadüf değil. Jüri, tartışmalarda giderek daha fazla vurgu almaya başlıyor. Örneğin, son "Popstar Alaturka" yarışmasına katılan finalistler, daha önceki yarışmalarda gördüğümüz yarışmacılara oranla, yorum ve ses kullanımı açısından epey başarılıydılar. Ancak bu durum, jüri üyelerinin özel yaşantılarının, giydikleri kıyafetlerin, çıkardıkları yeni albümlerin ya da yarattıkları tartışma gündemlerinin çok gerisinde kalmıştır. Özellikle, yarışma gündemleri arasında yer alan ve yirmili yaşlarda bir erkek yarışmacının küpesi üzerinden doğan bir polemik, hafızalarımızda derin izler bırakmıştır. Elemelerde "biraz kırık", "azıcık kırıtan" bir yarışmacının finale bırakılmamasının Bülent Ersoy tarafından diğer jüri üyelerine hatırlatılmasıyla alevlenen bu gündem, Ebru Gündeş'in bir popstarın her açıdan örnek olması gerektiğini izah ederek yarışmayı küçük çocukların da izlediğini belirtmesiyle tırmanışa geçmiştir.
Sesi güzel olmasına rağmen duruşu pek de “erkeksi” bulunmadığı için elenen yarışmacıyı tasvir ederken, “eşcinsel” dememek için bin bir yol deneyen jüri üyelerinin, “kırmak” ve “kıvırmak” fiillerinin türlü versiyonlarına başvurarak olayı anlatmaya çalışmaları ilginçtir. Bahsi geçen yarışmacının cinsiyeti yüzünden dışlanıp dışlanmadığı tartışması sürerken söz konusu olması gereken, aslında “cinsel kimlik” konusudur. Ancak, bu tartışmalarda, konu “cinsiyet” tartışmalarına dönüştürülmüş; “azıcık kıvırtmanın kimseye zarar vermeyeceği” ya da “hepimizin Allah tarafından yaratıldığı” argümanları eşliğinde olay tatlıya (!) bağlanarak homofobik ya da transfobik eğilim ve davranışlar, milyonların gözü önünde yeniden üretilmiştir.
Yarışma boyunca tanık olduğumuz bu tür örnekler, aslında yarışmacıların, jürinin yanında adeta “ana menu” yanında verilen birer “ara sıcak” haline dönüştürüldüklerinin açık birer göstergesidir. Yarışma sonrası, kimin nereye geleceğini hep birlikte göreceğiz...

***

Görüntüler, bütün hayatı kaplamaya başlıyor. Yarışmacılardan kimin sakat, kimin sabıkalı, kimin Çingene olduğunu; yaratılan tartışmaları; jürinin bunlara karşı takındığı tutumu medyayı biraz olsun takip eden birisinin bilmemesi neredeyse imkânsız. Seyretmek ve hakkında konuşmak, önemli meşgaleler içinde ve "aktif" olduğumuz hissiyle dolduruyor bizi. SMS'ler, star ların internet sitelerinde yapılan yorumlar, televizyon programlarındaki stüdyo tartışmaları, telefonla iştirak edilen programlar da hep aynı resim içinde yer alıyor.

Popstar yarışmaları, günümüz kitle medyasının işleyiş şekli hakkında önemli veriler sunuyor. Şu aşamada önemli olan, bu verilerden hareketle, alternatif medya tartışmalarını canlandırmak olmalıdır. Zira görsel, işitsel ya da yazılı alternatif medya kanallarına olan ihtiyaç her geçen gün artıyor...

Notlar :

[1] Dilmener, Naim."Hafif Türk Pop Tarihi", İletişim Yayınları , Mayıs 2003, 1. Baskı, s.67.

[2] Herman-Chomsky. "Rızanın İmalatı", Aram Yayıncılık , Mart 2006, 1. Baskı, s. 81.

[3] Yerasimos, Stefanos. “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, Gözlem Yayınları , Kasım 1977, 2. Baskı, Cilt 3, s. 1504.

[4] http://www.dorduncukuvvetmedya.com/

[5] Tekelioğlu, Orhan. "Pop Yazılar", Telos Yayınları , Mart 2006, 1. Baskı, s. 159

 

 

<< diğer yazılar